Category Archives: Araştırma – Tarih

Gogol 


Gogol

Herkese merhaba

Haziran bitmeden bir kitap daha inceleyelim. Kalp ritmimizle oynayan altı nefis hikayenin birleştirildiği bir kitap elimideki. Bu hikayelerin isimlerini aşk ile bir kez daha zikredelim: “Neva Bulvarı”, “Burun”, “Portre”, “Palto”, “Bir Delinin Anı Defteri” ve “Fayton”. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları derleyip toplamış. Çok da güzel olmuş.

Eseri, Dostoyevski’nin: “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” sözü üzerine okumak istedim. Sonuç mu? Ba-yıl-dım dostlar! Her biri ayrı güzel. Tabii ki Palto, bir numaram. Portre ve Burun da en az onun kadar başarılı. Bir Delinin Anı Defteri pek sarmadı sadece.

Palto’yu genel hatlarıyla anlatmak isterim. Devlet memuru Akakiy Akakiyeviç’in trajik hikayesidir bu… Boyu kısaca, yüzü çopurca, seyrek saçları kızılca, güzleri bozukça olan, kimsenin saygı duymadığı Akakiy Akakiyeviç…  İtilip kakıldığında, alay edildiğinde ve en nihayetinde çalışmasına engel olduğunda söylediği tek bir şey vardır onun: “Bırakın beni, canımı acıtıyorsunuz.”

Kimseye zararı olmayan, çalışkan ve içe kapanık biridir. Ne yapsa vazgeçemediği, artık onarılmayacak durumda olan bir paltosu vardır.  Soğuk kış günlerinde onu yarı yolda bırakmaktadır. Akakiyeviç, paltoyu adam etmesi ve kullanışlı hale getirmesi için terziye gider. Durumu kendince ifade etmeye çalışır. Ama terzinin bu  eriyip gitmiş palto için yapacağı bir şey yoktur. Bununla birlikte terzi, kendisine yeni bir palto dikmeyi teklif eder… Bu noktadan sonra olaylar gelişir ve yüreğimizi dağlamayı sürdürür.

Bu hikayenin doğuşu da çok ilginç. insanokur.org ‘tan ediniğim bu bilgiyi paylaşmak isterim:

Gogol’un bir çağdaşı olan P. V. Annenkov, bu öyküdeki ana düşüncenin nasıl doğduğunu anlatır: “Bir gün Gogol’un yanında ava çok meraklı zavallı bir memurun öyküsü anlatıldı. Bu memur, bin bir sıkıntıyla biriktirdiği 200 rubleyle güzel bir av tüfeği almış. Yeni tüfeğiyle ilk ava çıktığı gün bir sandala binmiş. Ama tüfek nasılsa suya düşüvermiş. Memur evine döndüğünde yatağa düşmüş. Büyük bir üzüntü içinde günlerce yatmış. Ancak arkadaşları, aralarında para toplayarak ona yeni bir tüfek aldıkları zaman iyileşip yataktan kalkmış. Bu öyküyü dinleyenlerin hepsi kahkahalarla güldüler. Yalnızca Gogol gülmedi; uzun süre düşünceli kaldı. Palto’nun ilk düşüncesi, işte o gün doğmuştu. Bu öykü 1834’te anlatılmıştı. Gogol bunun üzerinde çok çalıştı, aradan sekiz yıl geçtikten sonra Palto yayımlandı.

Hikayenin siyasi unsurlarla eşleşmesi bakmından da son derece dikkat çekicidir. Çarlık Rusya’nın böylesine resmedilişi büyük tepki almış. Gogol, Rus insanını aşağılamakla suçlanmış haliyle.

Palto üzerine ne kadar konuşsak az. Ama diğer hikayelerin de gölgede kalmasını istemiyorum. İnanın “Portre” de apayrı güzellik ve tuhaflıkta bir hikaye. “Burun”  “Neva Bulvarı”, “Fayton” da keza öyle. Sağlam yazmış Gogol… Şiddetle tavsiye ediyorum. Derhal alıp okumalısınız. Ben bu hikayelere geç kaldım, siz kalmayın. Bir şey daha… Okuduktan sonra yorumlarınızı benimle paylaşmayı unutmayın. 🙂

Sevgiler,

-L

Yorum bırakın

Filed under Araştırma - Tarih, Öykü

Öğle Uykusu – İbrahim Paşalı


EVERYTHING (2)

Selamlar

Öğle Uykusu Haziran ayında okuduğum kitaplardan bir  diğeri. Yenişafak yazarlarından İbrahim Paşalı’nın adını taşıyan, ama pek çok katkı sağlayanı olan bir eser. Atasoy Müftüoğlu, Dücane Cündioğlu, Ersin Şahin, İhsan Fazlıoğlu, İshak Arslan, N. ahmet Özalp, Nureddin Durman, Melek Paşalı, ve Yusuf Özkan Özburun’un emekleri var… Tatlı bir teşekkür yazısında görüyoruz bu isimleri.

İbrahim Paşalı’nın okuduğum ilk kitabıydı bu. Kendisini pek sevdim. Zekasına, düşüncelerini ve hislerini ifade edişine ve bakış açısına hayran kaldım. “Olaylara başka çerçeveden bakalım”, “eleştirelim…” diyen entellektüel kafaların hası duruyor karşımda. Yıllardır kulağımıza üflenen gerçek diye yutturulan safsataları, yüksek sesle dile getiriyor. Okuduktan sonra göreceksiniz ki bu adam merdivenin üst basamaklarında, daha geniş açıyla bakıyor manzaraya.

Ben kitabın arka kapağından çok etkilenmiş ve bu sebeple almıştım. Arka kapakta aydınların bir asırdır “İslam ülkeleri niçin bu halde?”, “İslam dünyası niçin geri kaldı?”, “Osmanlı niçin yıkıldı?” gibi soruları sıkılmadan sorduklarını ifade etmiş.Bu soruyu soran kişilerin ezberci eğitime karşı çıkmasına rağmen verdikleri yanıtların hep ezbere olduğunun altını çizmiş ve eklemiş:

“Araştırma yapmaya bile ihtiyaç duymuyorlar… Avrupalıların okullarında ezberledikleri cevapları seslendiriyorlar. Buna da “Aydınlanma” diyorlar… Oysa Akdeniz güneşinin altında “Aydınlanma”ya ihtiyaç yok, her şey ayan beyan ortada zaten: … …”

Kitabı alıp okumanızı tavsiye ederim. Roman, öykü, şiir… biraz bekleyebilir. Ne dersiniz?

Son olarak kitap hakkında genel kanaat oluşturacak birkaç alıntı yapmak istiyorum. Bunu zorunlu görüyorum. Çünkü fikirlerini benimsemeyen, benimsemek istemeyen kişiler olabilir sonuçta. Karar vermeyi kolay kılmak gerek… Yorumlarınız ne olacak çok merak ediyorum. Keyifli okumalar.

-L

Devlet okulları, öğrenci açısından zengin, verilen eğitimin niteliğiaçısından fakirdir. Zengin bir eğitim için, öğrenci fakiri olmak gerekmektedir (s. 47).

Geri kalmak ve ileride olmak, aynı yolda olanlar için söylenebilir. İslam’ın insanları sadece refaha kavuşturmak, hayatın her alanında teknolojik araçları çoğaltmak, kadın ve erkekleri eşit bireyler yapmak gibi hedefleri hiç olmadı ki, İslam dünyasının bu dünyevi hedeflerden geri kaldığından bahsedelim.

Batı’nın iyi bir illüzyonist, teknolojinin de Firavungillerin illüzyonu olduğunu söyleyerek bitirelim bu yazıyı. Onların illüzyonları varsa, bizim de mucizelerimiz var. Mucize, çoğu insanın sandığı gibi çok nadir olan bir şey değildir. Kitap‘a göre mucize, yokluğunda insanı aciz bırakan, sürekli olarak hayatımızda yer aldığı için değerini bilmediğimiz, ancak kaybedince kıymetini anladığımız her şeydir (s.47).

Bugün Avrupa Birliği tartışmalarında yine sahnenin başköşesine yerleştirilen gayrisafi milli hasıla kavramını, o ki yine gözümüze sokmaya başladılar, biz de bir kez daha bu kavramı ayaklarımızın altına alalım. Gayrisafi milli hasıla, aslında insanlara, “Sen kaç paralık adamsın, ulan?” demenin bilimselleştirilmiş karşılığıdır (s. 115).

 

Yorum bırakın

Filed under Araştırma - Tarih, Felsefe - Düşünce

Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum


Sevgili Mathilda - Susanna Tamaro

Merhaba kitapseverler

Mektuplardan oluşan bir günce ile devam ediyoruz maratona. Bu kitap pek “sıkı” çıktı. Ne yazık ki satışı yok artık. Ben de Kadıköy Akmar Pasajı’ndaki Gençlik Kitabevi’nde buldum. Bir gün sonra kargoladılar. İkinci eldi ama tertemiz ve sapasağlamdı. Rutinleri hallettikten, annemden “Tamam odana çekilebilirsin artık.” Komutunu aldıktan sonra masamın başına geçip okumaya başladım.

Bir teşekkür…

Gebze’den Kadıköy’e bu kitap için yollara düşmem evet, biraz enteresan. Bunun için beni suçlayamazsınız. Bütün suç bu kitabı aklıma atan Mürekkep Dünyam adlı blog yazarınındır. Şaka bir yana, bu kitap ile tanışmama vesile olduğu için kendisine sonsuz teşekkür ederim.

Eser hakkında…

Gelelim henüz okumadan aklımı başımdan alan esere. Eser, Tamaro’nun hayali arkadaşı Mathilda’ya yazdığı 49 mektuptan oluşmakta. Bu mektuplar, Famiglia Cristiana dergisinin önerisi üzerine kaleme alınır ve bir yıl boyunca bu dergide yayınlanır. İlk mektubunda yazar, Mathilda’ya derginin teklifine neden önce “hayır” dediğinden bahseder. Kararsızlıklarla dolu, uzun bir düşünme sürecinin başladığını, sonrasında bu “hayır”ın nasıl “acaba”ya ve “evet”e dönüştüğünü anlatır. Öneriyi kabul eden yazar hala korktuğunun da altını çizer.

Korku mu? Korku hala var, büyük ve söz sahibi bir zorbaya benzeyen Mongolfier balonu gibi tepemde asılı. Ama zaten korkuların varlık nedenleri budur, onları yenmemizi bekler.

Her mektubunda ayrı bir tema işlenmiş. Söz gelimi bir mektubunda okumak üzerine; bir mektubunda yazmak üzerine durmuş. Mektuplarda bahsi geçen, benim de ilgi duyguğum temaların birkaçını naçizane şu şekilde sıralayabilirim: “yargılamak”, “memnuniyetsizlik”, “sabır ve sadakat”, “tüketim toplumu”, “kayıtsızlık”, “doğa sevgisi”, “ruh ve beden”, “iyilik ve kötülük” vb.

Yazarın bazı tespitleri bana Kutlu’yu hatırlattı. Yoksulluk İçimizde diyordu Tamaro da:

… Bu tür yaşantıda bir zamanların maddi yoksulluğundan farklı bir yoksulluk vardır. Bu içsel bir yoksulluktur ve korku vermekten çok, küçük düşürücüdür.

Rilke (sf. 27), İmparator’un Giysileri (sf. 55), Külkedisi (sf. 58), Pavlov (sf.62), Alice’in Kitabı (sf. 65) gibi kişilere, hikâye ve masallara gönderme de yapılmakta… Bunlar da etkileyici bir şekilde ele alınmış.

Zahmet, tüketim toplumunun külkedisi, ötekiler baloya giderken bodruma kilitlenen üvey kız kardeşidir. Tüketim toplumu kolaylık nakaratı ile beynimizi döver durur: Arzu ve bu arzunun hemen tatmin edilmesi tek bir şeydir ve tek bir şey olmak zorundadır.

Samimi, evvela. Duygu ve düşüncelerini kendine has bir üslupla yansıtmış. Sade ve akıcı. Sonra altını çizmeden geçebileceğin bir cümle yok; her cümle, yıldırım etkisi. Bu kitap bana bir adet not defteri edindirdi. Not düştüm sayfalarca. Bunlardan ancak birkaç tanesini, en sevdiklerimi paylaşabileceğim… Umarım siz de seversiniz.

“Yaşamın, manzara seyredilen bir teras değil bir yürüyüş olduğunu ve bu yürüyüşün bazı noktalarında yokuş tırmanmak gerektiğinin bilincinde olmak gerekir.

“Birini yargılamak istediğin zaman, önce gökte üç ay değişene dek onun mokasenlerinde yürümelisin.”

“Yontucular, alçıları bir topuzla vurarak kırarlar. Uyuyan insanların karşısında da aynı şeyi yapmak, elleri çırpmak ve bağırmak gerekir: “Uyanın. Yaşam burada, şu anda ve senin. Kaçırma da yakala.”

Tavsiye ediyorum… Deli gibi hem de.

Sevgiler

-L

Sabır ve arkadaşlık üzerine

1 Yorum

Filed under Araştırma - Tarih, günce, Mektup

Prof. Dr. İlber Ortaylı – Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek


Görsel

Uzun zaman olmuştu doğru düzgün tarih kitabı okumayalı. Son gönderim olan Amicis’in İstanbul eserinin türünü de gezi olarak tanımlarsak aylar geçti sanırım üzerinden. Kütüphanemi düzenlediğim zaman okumadığım kitapları bir kenara ayırdığımdan bahsetmiştim. Hatta onlar bitmeden yeni kitap satın almayacağıma dair verdiğim sözü de bir ayı geçkin zamandır tutuyorum. Büyük olay bu benim için. Çalışma masamın ünitesine yerleştirip, öncelik dediğim ise kitaplar genel olarak tarih ağırlıklı. Tarih kitapları benim çekimser yaklaştığım fakat oldukça lezzetli  olan ve olduğunu da bildiğim bir yemeği andırıyor.  Küçük bir lokma almadan, başına oturma cesaretini kendimde bulamıyorum. O lokma ise, eğer gözümün önünde olmazsa geçemiyor bir türlü boğazımdan. Ondan belki de, okumadığım tarih kitaplarım kütüphanemdeki raflardan çok üst üste odamda görüş mesafemin içerisinde yer alır. Bu şekilde okurum. Severek okurum…

İlber Ortaylı Hoca’nın kitapları da bu kriterin içinde benim için. Elime aldıktan, birkaç sayfa nasılmış diye baktıktan sonra ne zaman bittiğini anlayamadığım eserler kategorisinde. Hoca’nın dili enfes. Okumuyor da sanki dinliyormuş gibi hissettiriyor.  Perspektifi birçok tarihçiye göre oldukça geniş. Osmanlı’nın her yönden ne denli zengin bir imparatorluk olduğunu sunuyor kitaplarında bizlere. Ne körü körüne savunma ne de, insafsızca yerden yere vurum. Bu ikisinin ortasını öyle güzel yakalamış ki. Böylesi bir dengeye  tarihçilerimizin içinde rahmetli Yılmaz Öztuna Hoca’da da şahit olmuşumdur. Kitabın, düşünme ve analiz etme evresini aklınızda hiçbir soru işareti kalmadan bitirebiliyorsunuz. Ki bu  düşünen – sorgulayan insanlar için tarih kitaplarında pek mümkün değildir. Ama okuduğu kitabın araştırma değil de roman ve kurgusal yapısının daha baskın olmasını isteyen arkadaşlarımızı da baştan uyaralım, aradığınızı bu kitapta maalesef bulamazsınız.

 Bu kitap ilk başta ‘İçindekiler’ kısmıyla cezbediyor insanı. Konu başlıkları biraz tarih ilgisi olan herkesin merakını celbedecek yönde. Birkaç örnek verecek olursam;

İstanbul Tarihinden Esintiler

Bab-ı  Âli

Barok İstanbul’da

Fatih Ve Fetih

Osmanlı Seyahatnameleri

Osmanlı Mutfağı

Sultanahmet

Asar-ı Atika (Eski Eserler)

 gibi… Konu başlıkları kadar içeriklerinde de can alıcı temaslar, tesbitler ve bilgiler mevcut. Bildiğmiz klasik ve tekrarlanan ezberler dışında bilgiler bunlar.  Sultanahmet ve Ulema Semtleri konusunda değindiği suriçi ve tarihi eserlerin acilen korunmaya alınması karşısındaki hassasiyeti kitabın en sevdiğim noktalarıydı. Bakın ne diyor;

“…Koca İstanbul’da Sosyal Sigortalar Kurumu’nun, Merkez Bankası’nın yerleşeceği sanki başka alan yoktu. Bunları düşünemedik, falan filan enstitüleri buraya kurduk…”

“Biz onu (İstanbul) yenilerken bile o geometriye dikkat etmedik. Buna dikkat etme zamanı geliyor; çünkü biz bu mirası reddecek kadar zengin değiliz. Hiç kimse değil, tekrar üzerinde duruyorum; bu yeryüzünün en kültürlü ulusları dediğimiz ülkelerde bile hiç kimse böylesine bir-iki kilometre kareyi feda etme lüksüne sahip değildir. Ettikleri an yok olurlar”

 Osmanlı’nın tamamen bilmediğimiz yönlerini anlatıyor demiyorum. Neticesinde tarih yazara göre değişen bir öğreti olamaz.  Karanlıkta kalan yönleri çıkartılır ortaya, zamana göre beyan edilir ya da edilmez. Bilerek üzeri kapatılır bazen. Ve ne yazık ki yakın zamana kadar bizim gibi ülkelerde çamur atılır, korkulur, yeni baştan yazılmaya çalışır. Ama yine de kaynaklar bellidir. Ve geçmiş yeni baştan düzenlenemeyecek kadar üstündür insan aklından. Gerçek tarihçiler de bunun için uğraşmaz zaten. Çünkü kaynaklar ortaya çıkartıldıkça, en büyük dehaların dahi kurgulayamayacağı iyisiyle kötüsüyle fakat  birçok yönden yüce bir imparatorlukla tanışıyoruz. Tanışacağız da…

  Kitaptan alıntıladığım anekdotlar fazlasıyla mevcut diyemeyeceğim. Çünkü bir bütün bu kitap. Birçok araştırma kitabı gibi. Konular altının çizildiği cümle ve cümle öbekciklerinden daha çok tam olarak okunup hafızaya alınmalı.. Yine de altını çizip, not almadan bıraktığımı söylesem yalan olur. Size birkaç tanesini sunuyorum. Küçük bir fikir olması açısından.

 ’Bizim okul tarih derslerimizde bir israf, bir lüzumsuzluk olarak addedilen ve adından kanlı ve cahil bir isyanı davet ettiği için adeta suçlanan Lale Devri, bir medeniyetin açılması ve gelişmesi için adeta lüzumlu bir üslup değişikliğidir.’’

‘’Osmanlı Tarihi,açıkça söyleyelim biz Türklerin tarihidir, Türk devletinin tarihidir; ama aynı zamanda etrafımızdaki yirmi küsür devlette yaşayan onu aşkın milletin,çok dinli,çok dilli kavimlerin ortak tarihidir.’’

‘’Ahmet Cevdet Paşa’nın mezar biçimi Avusturyalı şarkiyatçı Hammer’i bile o kadar cezbetmişti ki, adamın Viyana civarında Klosterneuburg’taki mezarı bu şekildedir.’’

“Fatih bir rönesans senyörüdür. Rivayetler kendisinin çok lisan bildiği etrafındadır. Bu boş söz değildir. Mesela Trapezuntus Giacomo Langushi diyor ki, onun kadar Helen kaynaklarını okuyan yok.”

Ve eğer kitabı okumaya karar verirseniz, mümkünse satın alın derim. Bir kere okunup bırakılacak bir eser değil çünkü. Kütüphanenizde yer edinmeye layık.

 Sevgilerimle

-Sênmurw

Yorum bırakın

Filed under Araştırma - Tarih

Onların Hikayesi – Zehra Yücebulut


Görsel

Bazı kitaplar vardır hani; ne yazarı, ne başlığı, ne de kapağı ilginizi çekmez bir türlü. Kütüphanenin en kör noktasına koyarsınız. Önünde yığınla kitap birikir ama eliniz gitmez yine de. Geçenlerde kütüphanemi boşaltıp yarım bıraktığım ve hiç başlamaya fırsat bulmadığım kitaplarımı ayırdım. Gözümün önünde olsunlar ve bir an önce bitireyim diye de çalışma üniteme yerleştirdim hepsini. 20’ye yakın kitap çıktı okumadığım.

Önce hangisinden başlasam diye bakarken Zehra Yücebulut’un Onların Hikayesi isimli kitabı dikkatimi çekti.  Futbolun Duayenleri’ diye de kapak açıklaması vardı. Bilemiyorum futbolla aram fazla iyi olmasa da bu kitabın bende, henüz daha sadece kapağıyla farkındalık oluşturmasının nedeni,  bir nev’i  ‘araştırma-tarih’ ve ‘galeri-portre’ kriterleriyle şekillenmiş olmasıydı sanırım. Ve bir-iki günde bitecek fazla bunaltmayacak bir esere ihtiyaç duymamdı. Sevdim mi? Futbolu ne kadar seviyorsam o kadar. Fazla değil yani.  Ama büyük bir ilgiyle okudum. Tahmin ettiğim gibi çok çabuk bitti. Ancak hiç de azımsanamayacak bir kitle olan futbol meraklıları için, ilgi çekici ve okunması gereken bir kitap olduğu konusunda garanti verebilirim. Futbolla alakası olmayan ben bile sonuna kadar sıkılmadan okudum.

Eser 2004 yılında Tarih Düşünce Kitapları’ndan çıkmış. Yazar Zehra Yücebulut  güzel bir giriş yapmış kitabına. Şöyle diyor;

“Bir kartopu yaptım ellerimin üşüyeceğini bile bile… Az da üşüse çok da farketmezdi benim için… Ne de olsa yazları sıcak ve kurak kışları soğuk ve yağışlı bir coğrafya’nın Eskişehir’in çocuğuyum. Ama nasıl tahmin edebilirdim ki bu küçücük kartopunun ellerimden kayıp bir çığa dönüşeceğini… Dost sohbetlerinde düşünülen bir hevesin hayata geçirileceğini…

…Onların Hikayesi” adlı yazı dizimizin kahramanları oynadıkları futbol, kazandıkları başarıların yanı sıra gösterdikleri tevazularıyla da adlarını Türk Futbol Tarihine yazdıranlardı. Hemen hiçbiri medya önüne çıkmak istemiyordu. Gösterdikleri tavır, şimdiki çoğu futbolcu gibi, “önce haber yapılmak için gazetecilere davet çıkaran şöhret olunca da hakarete varan tepkiler gösterenlerden” farklıydı. Onlar, büyüklerinden aldıkları terbiyeyle seyirciye hürmetkardılar. Kıyafetleri, tavırları ve konuşmalarında tek dikkat ettikleri konu, muhataplarına olan saygıydı. Hiçbiri kendisini dev aynasında görmüyordu. Oysa içlerinde Berlin’i ayağa kaldıran, en tecrübeli haber ajanslarını çuvallattıran, rakip antröneleri bile hayran bırakan kabiliyetler vardı. Bunları anlatırken bile ürkek bir mahcubiyetle konuşuyorlardı. “

Futbolun ordinaryüsü lakaplı Türk futbolunun sembol isimlerinden Lefter’le başlıyor kitabımız, Turgay Şener, Burhan Sargın, İsfendiyar Açıksöz, Suat Mamat, Ali İhsan Karayiğit, Süleyman Saba, Recep Adanır, Mustafa Güven, Şeref Has, Metin Oktay, Halit Kıvanç, Seha Ergen isimleriyle devam ediyor. Doğum tarihleri 1923-1940 arası değişmekte. Çoğu büyükbaba olmuş artık. 30’lu yaşlarında hatta torunları. Futbola bir hayli yabancı olmama rağmen bu isimlerin bir çoğunu daha önceleri duymuştum. Basit ve üstünkörü bir çalışma ve araştırma olmadığı belli. Ki Lefter gibi birçok ünlü gazeteciyi geri çeviren bir insanla röportaj yapmayı başarabilmiş mesela Yücebulut.

Kitaptan ilgimi çeken ve altını çizdiğim mini kesitlerden birkaçını alıntılıyorum. Eğer futbola meraklıysanız zaten beğeneceksiniz. Ama yakın tarih ve galeri-portre eserlerine ilgisi olan herkese de tavsiye edebilirim bu kitabı. Büyükbabanızla geçmiş üzerine hasbihal edermiş gibi. Sıcacık.

– Futbola başladığım yıllarda Taksimspor’da oynuyorum. Ben 20 yaşında bile değilim. Abim Panani de Beyoğluspor’da oynuyor. Bir gün Taksimspor-Beyoğluspor maçında karşı karşıya geldik ve maçı 4-1 aldık. Dört golü de ben atmışım. Akşam eve gittiğimde annem eve almadı beni; “Çabuk kaybol, abin içeride bekliyor seni öldürecek” dedi. Meğer o kadar kızmış ki… Siniri geçsin  diye eve gidememiştim. (Lefter)

 – Güney Korelilerin o dönemde çok ilginç bir tekniği vardı.  Yorulan futbolcu saha içinde oturup dinleniyordu.(Suat Mamat)

 – Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, İstanbulspor, Vefa, Kasımpaşa, Adalet ve Beykoz gibi takımların taraftarları arasında bırakın kavgayı küfürleşme bile olmazdı. (Süleyman Saba)

 -Tevfik  Görelsoy adında bir edebiyat hocamız vardı. Bir gün beni tahtaya kaldırdı ve kitaptan bir şiiri göstererek oku dedi. “Lebi derya durur” diye okumaya başladığımda birden kızdı “Otur Eşek” diye beni oturttu. “Gel bakalım Aziz bin Zeki…” diye Zeki Müren’i kaldırdı tahtaya… O da aruz vezniyle kelimelerin hakkını vere vere okudu. Tevfik Hoca tekrar bana dönerek “Eşek” dedi “Şiir böyle okunur.” (Ali İhsan Karayiğit)

-Sênmurw

4 Yorum

Filed under Araştırma - Tarih

Kayı – Ahmet Şimşirgil


KTB Yayınları

Kayı I, II, III,ve IV Ahmet Şimşirgil hocanın üzerinde derinlemesine çalıştığı bir seri… Ve bu seri, Ahmet hocanın da belirttiği gibi, ilmilikten ayrılarak, popüler bir dil ile ve bir mevzuda biri bin yapan yazarların boşluğunu doldurmak için kaleme alınmıştır. Bu araştırmacı yazar, araştırıcı tarihçi kimselerin eserlerinde kaynak göstermemesi hususuna da yakınan Ahmet Şimşirgil, Osmanlı’yı, padişahları tanımak isteyen kişileri yanlış bilgilendirdiğine vurgu yapmıştır. Ahmet Şimşirgil’in Kayı serisinin birincil kaynaklarla vücut bulduğunu ve ikincil kaynaklardan beslendiğini söyleyebiliriz.

Şuan Kayı III’ü okumaktayım ve keyifli de gitmekte. Sultanların ve diğer kişilerin şiirlerinin yansıtılması, serinin edebi yönünü de ön plana çıkarmaktadır.

Kayı II’yi okuduktan sonra gösterime giren Fetih 1453 filmindeki büyük – küçük eksikleri, yanlışları, komiklikleri görebilirsiniz.

Bu kitaba, Osmanlı’nın fazla yüceltildiği gibi bir takım eleştiriler yapılabilir. Fakat sunulan kaynaklar, yapılan eleştirilerin belini kırabilir düzeyde. O yüzden ben Kayı I, II, III, IV kütüphanenizde olmalı diyorum…

Elimde olan Kayı I, II, III şu şahsiyetleri kapsamakta:

Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdavendigar, Yıldırım Bayezit Han, Sultan Mehmet Çelebi, II. Murat Han, Fatih Sultan Mehmet Han, II. Bayezit  Han, Yavuz Sultan Selim Han

Sipariş için : http://www.ktbyayinlari.com/

-Leyli

2 Yorum

Filed under Araştırma - Tarih