Tag Archives: kitaplar hakkında bloglar

Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum


Sevgili Mathilda - Susanna Tamaro

Merhaba kitapseverler

Mektuplardan oluşan bir günce ile devam ediyoruz maratona. Bu kitap pek “sıkı” çıktı. Ne yazık ki satışı yok artık. Ben de Kadıköy Akmar Pasajı’ndaki Gençlik Kitabevi’nde buldum. Bir gün sonra kargoladılar. İkinci eldi ama tertemiz ve sapasağlamdı. Rutinleri hallettikten, annemden “Tamam odana çekilebilirsin artık.” Komutunu aldıktan sonra masamın başına geçip okumaya başladım.

Bir teşekkür…

Gebze’den Kadıköy’e bu kitap için yollara düşmem evet, biraz enteresan. Bunun için beni suçlayamazsınız. Bütün suç bu kitabı aklıma atan Mürekkep Dünyam adlı blog yazarınındır. Şaka bir yana, bu kitap ile tanışmama vesile olduğu için kendisine sonsuz teşekkür ederim.

Eser hakkında…

Gelelim henüz okumadan aklımı başımdan alan esere. Eser, Tamaro’nun hayali arkadaşı Mathilda’ya yazdığı 49 mektuptan oluşmakta. Bu mektuplar, Famiglia Cristiana dergisinin önerisi üzerine kaleme alınır ve bir yıl boyunca bu dergide yayınlanır. İlk mektubunda yazar, Mathilda’ya derginin teklifine neden önce “hayır” dediğinden bahseder. Kararsızlıklarla dolu, uzun bir düşünme sürecinin başladığını, sonrasında bu “hayır”ın nasıl “acaba”ya ve “evet”e dönüştüğünü anlatır. Öneriyi kabul eden yazar hala korktuğunun da altını çizer.

Korku mu? Korku hala var, büyük ve söz sahibi bir zorbaya benzeyen Mongolfier balonu gibi tepemde asılı. Ama zaten korkuların varlık nedenleri budur, onları yenmemizi bekler.

Her mektubunda ayrı bir tema işlenmiş. Söz gelimi bir mektubunda okumak üzerine; bir mektubunda yazmak üzerine durmuş. Mektuplarda bahsi geçen, benim de ilgi duyguğum temaların birkaçını naçizane şu şekilde sıralayabilirim: “yargılamak”, “memnuniyetsizlik”, “sabır ve sadakat”, “tüketim toplumu”, “kayıtsızlık”, “doğa sevgisi”, “ruh ve beden”, “iyilik ve kötülük” vb.

Yazarın bazı tespitleri bana Kutlu’yu hatırlattı. Yoksulluk İçimizde diyordu Tamaro da:

… Bu tür yaşantıda bir zamanların maddi yoksulluğundan farklı bir yoksulluk vardır. Bu içsel bir yoksulluktur ve korku vermekten çok, küçük düşürücüdür.

Rilke (sf. 27), İmparator’un Giysileri (sf. 55), Külkedisi (sf. 58), Pavlov (sf.62), Alice’in Kitabı (sf. 65) gibi kişilere, hikâye ve masallara gönderme de yapılmakta… Bunlar da etkileyici bir şekilde ele alınmış.

Zahmet, tüketim toplumunun külkedisi, ötekiler baloya giderken bodruma kilitlenen üvey kız kardeşidir. Tüketim toplumu kolaylık nakaratı ile beynimizi döver durur: Arzu ve bu arzunun hemen tatmin edilmesi tek bir şeydir ve tek bir şey olmak zorundadır.

Samimi, evvela. Duygu ve düşüncelerini kendine has bir üslupla yansıtmış. Sade ve akıcı. Sonra altını çizmeden geçebileceğin bir cümle yok; her cümle, yıldırım etkisi. Bu kitap bana bir adet not defteri edindirdi. Not düştüm sayfalarca. Bunlardan ancak birkaç tanesini, en sevdiklerimi paylaşabileceğim… Umarım siz de seversiniz.

“Yaşamın, manzara seyredilen bir teras değil bir yürüyüş olduğunu ve bu yürüyüşün bazı noktalarında yokuş tırmanmak gerektiğinin bilincinde olmak gerekir.

“Birini yargılamak istediğin zaman, önce gökte üç ay değişene dek onun mokasenlerinde yürümelisin.”

“Yontucular, alçıları bir topuzla vurarak kırarlar. Uyuyan insanların karşısında da aynı şeyi yapmak, elleri çırpmak ve bağırmak gerekir: “Uyanın. Yaşam burada, şu anda ve senin. Kaçırma da yakala.”

Tavsiye ediyorum… Deli gibi hem de.

Sevgiler

-L

Sabır ve arkadaşlık üzerine

1 Yorum

Filed under Araştırma - Tarih, günce, Mektup


H I P

 

Okuyacağım kitaba kolay kolay karar veremem. Bu sebeple bir hayli araştırır ve üzerinde düşünürüm. İncelediğim kitaba, bütün rafları dolaştıktan sonra geri döner, artık karar vermeye zorlarım kendimi. Bu çoğunlukla böyle olur. Ama Palyaço’nun arka kapak yazısı insanı o kadar kendine hayran bırakıyor ki… Tereddütsüz aldım. 

Bonn’da doğan Hans, varlıklı bir ailenin oğludur.  Kız kardeşi öldükten sonra anne ve babasının kendisi için bir önemi kalmaz. Marie adında yoksul bir kıza tutulur. Birlikte kaçarlar. İlk zamanlar para sıkıntısı çekseler de, Hans’ın kazandığı paralarla lüx mekanlarda güzel anılar da biriktirmişlerdir.

Hans, evlenmeye ve doğacak çocukların Katolik terbiyesi ile büyütülmesine karşıdır. Marie, toplum baskılarını daha fazla kaldıramaz ve Hans’ı terk eder. Bu durum onu derinden etkiler. Herkese kızgındır. Sanatı bitme noktasına gelmiştir. Cebinde beş feniği bile kalmaz. 

Palyaço 1963 yılında yayımlandığında Almanya’da büyük tartışmalara yol açmış, Heinrich Böll din karşıtı olmakla suçlanmıştır. Oysa yazar, İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuva toplumunun dar kafalılığı ve çarpık ahlakı yüzünden “ayrıksı” bir bireyin o toplumda kendine yer bulamayışının altını çizer. Palyaçonun maskesi ardında en sarsıcı gerçekleri dile getirir; günlük hayatın acımasızlıklarını, boş kuralları, haksız baskıları okurun yüzüne bir tokat gibi çarpar. Palyaço makyajı, aslında bireyin acılarını, arzularını, umutlarını sakladığı bir maskedir.

Bu romanı seveceğinizi düşünüyorum. Hans’ın sevişi, özleyişi, bekleyişi hepinizi saracak. Yorumlarınızı bekliyor olacağım.

Sevgiler

-Leyli

perfect

Yorum bırakın

Filed under Roman

Orhan Veli – Bütün Şiirleri


TITLE

Güçlüklere, bir başına da olsa, karşı koyan insan kuvvetli insan olmalı. Ben bunu yalnız kalıp da ümitsizlik içinde olduğumu hissettiğim anlarda daha iyi anladım. Bununla beraber, senelerden beri, o kadar çok zamanlar yalnız kaldım ki bu hale adeta alışır, hatta – kuvvetli olmanın gururunu duyabilmek için – zaman zaman yalnızlığı arar oldum  diyor Orhan Veli. Ne garip, ben de tek kişilik hayallerimde, denizin dibini boylarken farkettim bunu. Süsüyle püsüyle bizi baştan çıkaran kent hayatı benliğimizi sadece kör, sağır, dilsiz değil; aynı zamanda topal, kolsuz kanatsız bırakmadı mı? Ve biz kentliler bunu ‘kanık’samadık mı? Ruhum şaşaaya, imitasyona,  spotlara, sese, kayırmalara, iki yüzlülere, sevgisizlere, samimiyetsizlere aşırı reaksiyon göstermeye başlayınca kıblemi rahatça tayin edebileceğim şeylere yaklaşmaya başladım. Artık halimden memnunum. Ve memnun olduğum için belki de bir zamanlar şairden saymadığım Orhan Veli’yi okumaya başladım. Gördüm ki o da benim gibi biraz kızgın, fazla alaycı, yenilik konusunda da oldukça radikal. Öyle ki yüzyıllar boyu sürdürülen geleneği, alt alta yazdığı üç beş cümle ile hem de aldırmadan yıktı. O gelenek hala okuduğum, önünde eğildiğim muazzam bir değer bizler için. Orası ayrı… Ama Orhan Veli bambaşka bir anlayışla karşımıza çıkarak şiirde ahengin yalnızca kafiye ile sağlanmadığını ispat etmeseydi edebiyatımızın hali nice olurdu diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Öyle ya, ona göre marifet kafiye ve vezinde değildir. Marifet, şiiri şiir yapan hususu yani manayı yakalamaktır. Onun konuşma diline benzediği  şiirleri, pek övdüğü sürrealist yaklaşım kimileri tarafından eleştirilmiştir. Fakat o aleyhimde yazılan yazıların, lehimdekilerden fazla olması beni memnun eder sözü ile adeta bir tahammül örneği olmuştur.

Orhan Veli’ye göre şiir bu zamana kadar  burjuvazinin malı olmaktan başka hiçbir işe yaramamıştır. Meselenin bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak değil de, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu sanata hakim kılmak olduğunu düşünür. Yeni bir zevke, yeni yollarla ve vasıtalarla varılacağı için yapının temelden değiştirilmesi gerektiğinin önemini vurgulayan şair, şiirde tasvirin  olabileceğini, yalnız esas unsur olmaması gerektiğini savunur.

Orhan Veli okunması ve anlaşılması gereken tatlı bir şair. Yapı Kredi Yayınları bütün şiirlerini tek bir kitapta toplamış… Kendinizi kötü hissediyorsanız, biraz olsun tebessüm etmek istiyorsanız bence Orhan Veli şiirleri size  gelecek. Şimdiyse şiirlerinden favorim olanları huzurlarınızda paylaşmak istiyorum.

Misafir

Dün fena halde sıkıldım akşama kadar;

İki paket cigara bana mısın demedi;

Yazı yazacak oldum, sarmadı;

Keman çaldım ömrümde ilk defa;

Dolaştım,

Tavla oynayanları seyrettim

Bir şarkıyı başka makamla söyledim;

Sinek tuttum, bir kibrit kutusu;

Allah kahretsin, en sonunda,

Kalktım buraya geldim.

Misafir (2)

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;

Entarisi sıyrılmış, hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde kötülüğü yok, biliyorum;

Yok, benim de yok ama…

Olmaz ki!

Böyle de yatılmaz ki!

   – 1996 –

Misafir (3)

Harbe giden sarı saçlı çocuk!

Gene böyle güzel dön;

Dudaklarında deniz kokusu,

Kirpiklerinde tuz;

Harbe giden sarı saçlı çocuk!

1941

Yorum bırakın

Filed under Şiir

Prof. Dr. İlber Ortaylı – Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek


Görsel

Uzun zaman olmuştu doğru düzgün tarih kitabı okumayalı. Son gönderim olan Amicis’in İstanbul eserinin türünü de gezi olarak tanımlarsak aylar geçti sanırım üzerinden. Kütüphanemi düzenlediğim zaman okumadığım kitapları bir kenara ayırdığımdan bahsetmiştim. Hatta onlar bitmeden yeni kitap satın almayacağıma dair verdiğim sözü de bir ayı geçkin zamandır tutuyorum. Büyük olay bu benim için. Çalışma masamın ünitesine yerleştirip, öncelik dediğim ise kitaplar genel olarak tarih ağırlıklı. Tarih kitapları benim çekimser yaklaştığım fakat oldukça lezzetli  olan ve olduğunu da bildiğim bir yemeği andırıyor.  Küçük bir lokma almadan, başına oturma cesaretini kendimde bulamıyorum. O lokma ise, eğer gözümün önünde olmazsa geçemiyor bir türlü boğazımdan. Ondan belki de, okumadığım tarih kitaplarım kütüphanemdeki raflardan çok üst üste odamda görüş mesafemin içerisinde yer alır. Bu şekilde okurum. Severek okurum…

İlber Ortaylı Hoca’nın kitapları da bu kriterin içinde benim için. Elime aldıktan, birkaç sayfa nasılmış diye baktıktan sonra ne zaman bittiğini anlayamadığım eserler kategorisinde. Hoca’nın dili enfes. Okumuyor da sanki dinliyormuş gibi hissettiriyor.  Perspektifi birçok tarihçiye göre oldukça geniş. Osmanlı’nın her yönden ne denli zengin bir imparatorluk olduğunu sunuyor kitaplarında bizlere. Ne körü körüne savunma ne de, insafsızca yerden yere vurum. Bu ikisinin ortasını öyle güzel yakalamış ki. Böylesi bir dengeye  tarihçilerimizin içinde rahmetli Yılmaz Öztuna Hoca’da da şahit olmuşumdur. Kitabın, düşünme ve analiz etme evresini aklınızda hiçbir soru işareti kalmadan bitirebiliyorsunuz. Ki bu  düşünen – sorgulayan insanlar için tarih kitaplarında pek mümkün değildir. Ama okuduğu kitabın araştırma değil de roman ve kurgusal yapısının daha baskın olmasını isteyen arkadaşlarımızı da baştan uyaralım, aradığınızı bu kitapta maalesef bulamazsınız.

 Bu kitap ilk başta ‘İçindekiler’ kısmıyla cezbediyor insanı. Konu başlıkları biraz tarih ilgisi olan herkesin merakını celbedecek yönde. Birkaç örnek verecek olursam;

İstanbul Tarihinden Esintiler

Bab-ı  Âli

Barok İstanbul’da

Fatih Ve Fetih

Osmanlı Seyahatnameleri

Osmanlı Mutfağı

Sultanahmet

Asar-ı Atika (Eski Eserler)

 gibi… Konu başlıkları kadar içeriklerinde de can alıcı temaslar, tesbitler ve bilgiler mevcut. Bildiğmiz klasik ve tekrarlanan ezberler dışında bilgiler bunlar.  Sultanahmet ve Ulema Semtleri konusunda değindiği suriçi ve tarihi eserlerin acilen korunmaya alınması karşısındaki hassasiyeti kitabın en sevdiğim noktalarıydı. Bakın ne diyor;

“…Koca İstanbul’da Sosyal Sigortalar Kurumu’nun, Merkez Bankası’nın yerleşeceği sanki başka alan yoktu. Bunları düşünemedik, falan filan enstitüleri buraya kurduk…”

“Biz onu (İstanbul) yenilerken bile o geometriye dikkat etmedik. Buna dikkat etme zamanı geliyor; çünkü biz bu mirası reddecek kadar zengin değiliz. Hiç kimse değil, tekrar üzerinde duruyorum; bu yeryüzünün en kültürlü ulusları dediğimiz ülkelerde bile hiç kimse böylesine bir-iki kilometre kareyi feda etme lüksüne sahip değildir. Ettikleri an yok olurlar”

 Osmanlı’nın tamamen bilmediğimiz yönlerini anlatıyor demiyorum. Neticesinde tarih yazara göre değişen bir öğreti olamaz.  Karanlıkta kalan yönleri çıkartılır ortaya, zamana göre beyan edilir ya da edilmez. Bilerek üzeri kapatılır bazen. Ve ne yazık ki yakın zamana kadar bizim gibi ülkelerde çamur atılır, korkulur, yeni baştan yazılmaya çalışır. Ama yine de kaynaklar bellidir. Ve geçmiş yeni baştan düzenlenemeyecek kadar üstündür insan aklından. Gerçek tarihçiler de bunun için uğraşmaz zaten. Çünkü kaynaklar ortaya çıkartıldıkça, en büyük dehaların dahi kurgulayamayacağı iyisiyle kötüsüyle fakat  birçok yönden yüce bir imparatorlukla tanışıyoruz. Tanışacağız da…

  Kitaptan alıntıladığım anekdotlar fazlasıyla mevcut diyemeyeceğim. Çünkü bir bütün bu kitap. Birçok araştırma kitabı gibi. Konular altının çizildiği cümle ve cümle öbekciklerinden daha çok tam olarak okunup hafızaya alınmalı.. Yine de altını çizip, not almadan bıraktığımı söylesem yalan olur. Size birkaç tanesini sunuyorum. Küçük bir fikir olması açısından.

 ’Bizim okul tarih derslerimizde bir israf, bir lüzumsuzluk olarak addedilen ve adından kanlı ve cahil bir isyanı davet ettiği için adeta suçlanan Lale Devri, bir medeniyetin açılması ve gelişmesi için adeta lüzumlu bir üslup değişikliğidir.’’

‘’Osmanlı Tarihi,açıkça söyleyelim biz Türklerin tarihidir, Türk devletinin tarihidir; ama aynı zamanda etrafımızdaki yirmi küsür devlette yaşayan onu aşkın milletin,çok dinli,çok dilli kavimlerin ortak tarihidir.’’

‘’Ahmet Cevdet Paşa’nın mezar biçimi Avusturyalı şarkiyatçı Hammer’i bile o kadar cezbetmişti ki, adamın Viyana civarında Klosterneuburg’taki mezarı bu şekildedir.’’

“Fatih bir rönesans senyörüdür. Rivayetler kendisinin çok lisan bildiği etrafındadır. Bu boş söz değildir. Mesela Trapezuntus Giacomo Langushi diyor ki, onun kadar Helen kaynaklarını okuyan yok.”

Ve eğer kitabı okumaya karar verirseniz, mümkünse satın alın derim. Bir kere okunup bırakılacak bir eser değil çünkü. Kütüphanenizde yer edinmeye layık.

 Sevgilerimle

-Sênmurw

Yorum bırakın

Filed under Araştırma - Tarih

Cümle Kapısı – Nazan Bekiroğlu


Timaş Yayınları

Eylül ayının ilk haftasını “Cümle Kapısı” ile kapatmak istiyorum. Nazan Bekiroğlu’nun “Lâ Sonsuzluk Hecesi” adlı kitaptan sonra okuduğum ikinci hârikulâde eseridir. Cehaletimi sert bir şekilde yüzüme vurup, ardından yanaklarımı tatlı tatlı okşayan, okunmasının elzem olduğunu düşündüğüm bir kitaptır. Okudukça öğreneceğinizi, ya da öğrenmeye niyetleneceğinizi ümit ediyorum. “Öğrenmeye niyetleneceğinizi”  diyorum çünkü kitabı okurken mevcut bilgilerinizin yetersiz olduğu gerçeğini kavrayabilirsiniz benim gibi.  Cümle Kapısı’nı anlamak, aslında nereden baksanız 25-30 kitabın okunmuş olmasına bağlıdır. Dolayısıyla kitabın büyük bir bölümünü oluşturun ‘Zindan Risalesi’ nde altını çizeceğiniz cümlelerin yerini  kitap isimleri alabilir. Ve de kelimeler tabii ki. Her ne kadar kendisi “kelimeyle değil, cümleyle düşündüğümü fark ettim ben.” dese bile, yok. Buna inanamam ben. Kelimeleri öyle ateşli ki, cümleler adeta yanıyor.

Kitabı, hocası Orhan Okay’a ithaf etmiş yazar. Orhan Okay… Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan gibi isimlerin öğrencisi… Tam da bu kişiye ‘Gemilerin Geçtiği Umman‘ alt başlıklı, 35. sayfada kıskanılası, açık bir mektup olduğunu görüyor, dudak ısırıyorum. Tıpkı Bekiroğlu’nun öz-geçmişinde “HalideEdip ile doktor, Nigâr Hanım ile doçent” bilgisini edindiğimde dudak ısırdığım gibi. Dilerseniz uzun, bir o kadar da kısa olan bu metni http://www.nazanbekiroglu.org/2004/11/02/gemilerin-gectigi-umman/  adresinden de okuyabilirsiniz.

“Cümle Kapısı nedir?” dedim bin kez kitabı okurken. Biter bitmez sözlüğe baktım. “Yapılarda ana kapı” diyor TDK. Ne kadar manidar. Ne kadar kapsayıcı bir başlık dedim sonra milyon kez.

Sıkılmayacağınızın garantisini veremem ama farkına varacağınız çok şey olacak. Belki bir labirentte çıkış yolu arayacak, zindanda körebe oynayacak, belki de de yeni bulmacalar çözeceksiniz. Özellikle merak ettiğim kısım ise son sayfadaki gizi, giz olmaktan çıkaracak kişinin kim olacağı. Bilen, duyan, gören olursa, lütfen… : )

 

-Leyli

3 Yorum

Filed under Deneme